Mevzu 1800’lere dayanıyor, yüzyıllar önceye yani!
Amerika’nın New York kentinde, bir tekstil fabrikasında 40 bin kadın işçi, daha iyi-daha insani çalışma koşulları istedikleri için grev yaptı. Grev facia ile sonuçlandı, Polisin fabrikaya kilitlediği kadın işçilerden 129’u, içeride çıkan yangında can verdi. Bu feci olayın tarihi 8 Mart 1857’ydi!
İşte bu olay, kadınlarının seslerini duyurabilmesi için yakılan ateşin ilk kıvılcımı oldu!
Bundan tam 54 yıl sonra Alman Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, ölen ABD’li kadın işçilerin anısına 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını önerdi, öneri oy birliği ile kabul edildi. İlk anma 1911 yılında yapıldı, Türkiye’de de ilk kez 1921’de kutlandı.
8 Mart, bir kutlama değil, anma aslında! Daha iyi yaşamayı isteyen kadınların, bu uğurda can verişlerinin yıldönümü! Hiç erkek haklarından bahsetmiyoruz mesela, kadın hakları hep dilimizde- kulağımızda! Ya da ‘erkekler günü’ de yok kutlanacak- anacak, ‘kadınlar günü’ diyoruz bağıra bağıra!
Bu alkışlanacak değil utanılacak bir şey valla! Kadına 1 gün değil her gün atfedilmeli aslında!
‘Neden’ diye sormadan önce ‘Kimdir’ sorusunu cevaplamak lazım bence. ‘Kadın kimdir?’ ve ardından da ‘Neden bu kadar kıymetlidir?’
Cevapları, çok sevdiğim bir rivayette saklı:
Altıncı gün dolmak üzereydi ve Tanrı hala kadını yaratıyordu!
Bir melek çıkageldi, Tanrı’ya sordu; ‘ Ötekini (erkeği) çok daha çabuk yaratmıştın, bununla niye bu kadar uğraşıyorsun?
Tanrı yanıt verdi; ‘Çünkü buna çok değerli çok farklı özellikler katıyorum! Yüzlerce parçadan oluşturuyorum ama yine bir bütün olmasını sağlıyorum! Bu yarattığım şey, birçok çocuğa aynı anda sarılabilmeli, düşen bir çocuğun kanayan dizini de yaralı bir yüreği de iyileştirebilmeli!
Melek sordu; ‘Kaç eli, kaç kolu olacak ki?’
Tanrı şöyle cevap verdi; ‘Sadece 2’
– ‘2 el, 2 kolla mı yapacak bu dediklerini?’ diye sordu melek. Tanrı ise;
– ‘Hepsi bu değil! Kendi yaralarını da kendi sarabilecek, günde 18 saat de çalışabilecek!’
Melek yaklaşıp Tanrı’nın yarattı bu yeni varlığa- kadına dokundu ve;
– Onu çok yumuşak yapmışsın!
– Yumuşak ama aynı zamanda çok güçlü! Gücünü ve kaldırabileceklerini hayal bile edemezsin!
Melek şaşırarak;
– Düşünmeyi de bilecek mi?
– Yalnızca düşünmeyi değil! Aklıyla ve yüreğiyle muhakeme etmeyi, mücadele etmeyi, düşüncelerini savunmayı, sorun çözmeyi de biliyor!
Melek usulca kadının yanağına dokundu. Eli ıslanınca da; ‘bu nedir?’ diye sordu. Tanrı yanıtladı:
– Buna ‘gözyaşı’ denir!
– Neye yarar ki bu ?
– Her şeye! Sevinci, acıyı aşkı, yalnızlığı, gururu anlatmasını sağlar!
– ‘Amma çok marifeti varmış!’ demiş melek hayretle! ‘Peki, bunun hiç mi eksiği ya da yanlışı yok?’
– ‘Hiç olmaz olur mu?’ demiş Tanrı, ‘Var bir hatası!’;
– ‘Ne kadar değerli olduğunu hep unutur!
Ne kadar değerli olduğunu ‘unutmaması gereken’ TÜM KADINLARIN GÜNÜ kutlu olsun!
…………………………………*……………………………………
Verdiğiniz değer kadar;
Değerli olduğumuzu ne çok unutuyoruz biz kadınlar gerçekten de!
Unutturuluyoruz çünkü genelde!
Hep bir şeyler olur kadına! Bir imzayla, yıllardır sahip olduğu soyadı değişir mesela! Bir gecede, ‘kız’ iken ‘kadın’, kocası gidince ‘dul’ oluverir. Küfürde cinsel objedir kadın, kırsalda çocuk gelin. Uğruna ölünendir de o, her gece dövülen de!
Her yere, herkese yetişmeye çalışan kadın, yeryüzünde en çok eleştirilendir belki de!
Doğru yapamadığı söylenir bir şeyleri hep, eksiklikleri vurulur ille yüzüne!
Oysa doğru kadın olmak, yanındaki doğru kişiye bağlıdır çünkü mücevherden anlayan, sarraftır!
Geçenlerde okudum bu hikayeyi, paylaşıyorum sizinle, belki ne demek istediğimi size daha iyi anlatır;
‘Uzun yıllar önce Hawai’de başlık parasına benzer bir uygulama varmış. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundaymış. İnek sayısının genelde 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmekteymiş.
O zamanlarda adada, 2 kızı olan bir adam yaşamaktaymış. Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- silik- hayli de çirkin bir kızmış, babası ona 3 inek fiyat biçmiş. Öyle ki 2 inek teklifini de kabul edecek, hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe dahi verebilecekmiş.
Adanın zenginlerinden Johnny Lingo, bu eve geldiğinde haliyle herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünmüş. Oysa o, herkesi özellikle de babayı şaşkınlık içinde bırakarak büyük kıza- silik ve çirkin olana- talip olmuş. Üstelik istenen 3 inekle değil, 12 tane inekle gelmiş Johnny!
Çift evlenmiş! Gelin ve damat 2 yıllık bir balayı planlayarak uzaklara gitmiş!
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün, ahaliden biri döndüklerini haber vermeye gelmiş ama gelenlerin Johnny ve eşi olduğundan emin değilmiş. Aslında Johnny’i tanımış fakat kızın evlendiği o kız olduğundan emin olamamış. Çünkü yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisiymiş. Çift, iyice yaklaşınca herkesin şaşkınlıktan ağzı açık kalmış. Kız evet oymuş ama güzelliği, cazibesi ve çekiciliği, görenlerin aklını başından almış. Köyün ileri gelenleri, 12 inek karşılığındaki bu alışverişin, hayli kârlı olduğunu, Johnny’nin akıllı bir adam olduğunu söylemiş!
Velhasıl işin aslı şöyleymiş; ‘Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi!’
Karşınızdakine verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir.
Ona biçtiğiniz değer de, ödediğiniz bedeldir!
……………………………………….*………………………………….
Ya Olmasaydı
Hazırsanız bir şey soracağım size?
Tüm çağlar boyunca, tekerlekten sonraki en büyük icat ne?
Cevaplar türlü türlü biliyorum, değişiyor herkese göre! Ama cevabı tek, bence!
Koca dünyayı küçücük eden, mesafelerin hiç de önemli olmadığını hissettiren, kilometrelerce ötedeki kişiyi, hemen karşımıza getiren, yüzyılın en önemli buluşlarından biri olmayı hak eden şey; Telefon
Çok iddialı bir cevap oldu diyenler, acaba telefonsuz ne kadar idare edebilirler?
Bakın cep telefonu demiyorum ha, telefon diyorum hani o anam- babam usulü çevirmeli olandan, sokaktaki ankesörlü telefonlardan! Çok değil 15- 20 yıl önce, iki gözümüzün çiçeğiydi onlar. Her evde 1, bilemedin 2 adet olur, başkasına da telefon gelecek diye uzun konuşamadığın, biraz daha konuşabilmek kıvrandığın o çevirmeli telefonlar! Zaman geçti, teknoloji ilerledi, telefonlar gelişti. Küçüle küçüle, cebimize, gelişe gelişe hayatımıza sığdılar. Öyle işler başardılar ki kendilerini ‘akıllı’ bizi ‘aptal’ yaptılar!
Graham Bell ve arkadaşları görse şimdi telefonları, vallahi de tanıyamazlar billahi de tanıyamazlar!
Efendim Graham Bell, sonradan adına ‘telefon’ denecek icadı üzerinde çalışırken hayatında bir kadın varmış, ismi de Allessandra Lolita Oswaldo’ymuş. Hummalı şekilde, gece- gündüz çalışan Bell, nihayet başarmış ve bir yerden bir yere sesle iletişimi sağlayan telefonu yapmış. İlk olarak da sevgilisini aramış. Telefon çalınca sevgilisinin adını, daha doğrusu adının baş harfleriyle kısaltmasını kullanmış; ‘Alo’!
Hikaye ziyadesiyle romantik de görünen o ki bu aşktan sadece Türkiye haberdar!
Çünkü Bell’in sevgilisi yahut eşi olarak Alessandra Lolita Oswaldo diye birinden hiçbir yerde bahsedilmiyor. İnternette de arama yapılınca, Türkçe hikayelerden başka bir şey çıkmıyor. Görünen o ki delinin biri- pardon bizden biri kuyuya bir taş attı, hiç kimse çıkaramıyor!
Bunun kadar romantik olmasa da doğru hikaye şuymuş;
Graham Bell ile eşi Mabel Gardiner Hubbard, Bell’in kısa süre öğretmenlik yaptığı Boston’da bulunan Horace Mann School for the Deaf (Horace Mann İşitme Engelliler Okulu)’nda tanışmış. Yani Bell’in sevdiği kız, işitme engelliymiş ve Bell’in telefonu, eşine işitme duyusunu geri kazandırma amacıyla icat ettiği söylentisi, çok önceye dayalı, yazılı kaynaklara dayanıyormuş.
İyi ki de icat etmiş telefonu Bell, yoksa ne yapardık bilmiyorum! Cep telefonlarına da artık ‘telefon’ demeye dilimiz varmıyor, cebimizdeki bu küçük cihazların neredeyse yapmadıkları şey kalmıyor! Mail gönderiyor, EFT yapıyor, kredi çekiyor, rezervasyon yapıyor, sohbet ediyor! Bir yemek yapmıyor, onu da tek tuşla dışardan getirtiyor! Bu kendi küçük, işlevi büyük şeye, saygımız her geçen gün artıyor!
Bir şey diyeyim mi, resmen bir uzvumuz, onsuz yapacağımız bir organımız oldu cep telefonu! Kıymetlimiz, üstüne özenle titrediğimiz! Canım kadar para verince, baş tacı etmeyecek miyiz!
Telefonumuz yere düşünce ne yapacağımızı şaşırıyor panik oluyoruz, yanımızdaki arkadaşımız düşünce gülmekten yere yatıyoruz! Çaktırmıyoruz ama bence kontrolü, baya kaybediyoruz!
İşin özü; iletişim araçlarını geliştiriyoruz ama iletişimden uzaklaşıyoruz!
Bu vesileyle de telefonun icat edilişinin 144.yıldönümünü kutluyor, Graham Bell’i minnetle anıyoruz!
………………………………………*…………………………………
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Ayaklanması: Haiti’de oldu! Haiti’de çeteler, hapishaneye silahlı saldırı düzenledi, binlerce mahkum saldırı esnasında firar etti! Hapishaneye baskın yapan silahlı çeteler ile güvenlik güçler arasındaki çatışma esnasında 3 bin 600 mahkum hapishaneden firar ederken, 12 kişi de yaşamını yitirdi! Binlerce azılı suçlunun, dışarda yaratacakları tehlikeden mi korkayım, dünyanın raydan çıkmış olmasına mı şaşırayım bilemedim! Sonumuz hayrolsun!
Haftanın Kararı: Malum son dönemlerin en büyük krizlerinden biri, ‘Schengen Vizesi’ krizi! Schengen vizesi almak için çok uzun süreler beklemek zorunda kalanların mağduriyetinin nispeten giderilmesi için ilk adımı Almanya attı! Buna göre Almanya’ya Schengen başvurusunda bulunmak isteyen Türk vatandaşları, 2 aşamalı başvuru yapacak! Önce Almanya’nın Türkiye’deki yurt dışı temsilciliklerinin internet sitesinden kayıt oluşturulacak, kayıt oluşturduktan sonra kronolojik sırayla randevu verilecek. Denilene göre böylece çok uzun süren boş randevu arama ihtiyacının ortadan kalkacağı düşünülüyor!
Faydalı mı olacak derseniz, pek öyle gelmedi bana ama çıkmadık candan da umut kesilmez valla!
Haftanın Kampanyası: Benim de desteklediğim bir kampanya! Ölümünden 62 yıl sonra Marilyn Monroe’ye Oscar ödülü verilmesi adına kampanya başlatıldı! Ressam Michael Moebius, kendisi doğmadan çok önce ölen ama büyük hayranlık duyduğu Marilyn Monroe’nin Oscar ödülüne sahip olması gerektiğini düşünerek bunun için başlattığı kampanya için şu ana kadar 30 bin dolar harcadı! Bu yılki Oscar töreninde ‘Ömür Boyu Başarı’ ödülü verilmesi talebiyle başlatılan kampanya, bakalım akademinin dikkatini çekebilecek mi? Dünyanın en ünlü sarışını, bu ödülü hak ediyor mu derseniz, fazlasıyla evet derim, ölmüş olmasına da rağmen!
Haftanın Buluşu: Geleceğe değil ama geçmişe damga vurdu! Dünyanın en eski ekmeği, Çatalhöyük’te yapılan bir kazıda ortaya çıktı! Dünyada kentleşmenin olduğu ilk yerlerden Çatalhöyük’teki kazıda 8 bin 600 yıllık ekmek bulundu. Kazıda bir fırın, fırının çevresinde, buğday, arpa, bezelye tohumlarıyla yiyecek olabileceği değerlendirilen avuç içi büyüklüğünde bir buluntuya rastlandı. Yapılan analizlerde, süngerimsi kalıntının, milattan önce 6600’e tarihlendirilen mayalanmış ekmek olduğu belirlendi. Ekmek, taaa o zaman bulunmuş, kavgası bugün hala devam ediyor. ‘Ekmek, aslanın ağzında’ diyenler, çok doğru söylüyor!
Haftanın Davası: Beklenen oluyor dedirtti! Yapay Zeka da sonunda davalık oldu! Tesla ve SpaceX’in Üst Yöneticisi Elon Musk, dünyanın önde gelen yapay zeka geliştiricisi OpenAI ile şirketin CEO’su Sam Altman’a ‘yapay zeka teknolojisinin insanlık yararı amacından saptığı’ gerekçesiyle dava açtı! Yapay zekayı, kar amacı gütmeden, insanlığın yararına geliştirme yönündeki kuruluş misyonundan sapıldığı gerekçesiyle açılan dava, yapay zekanın karıştığı ilk dava olma özelliğini taşıyor! Az çok tahmin ediyorduk bu yapay zekanın ortalığı karıştıracağını ama sanki biraz hızlı oldu! Bakalım kahramanlarımızı, yeni sezonda ne bekliyordu!